NEDEN SENİN ŞİİRLERİN DE YAYINLANMASIN(İSTERSENİZ FOTOĞRAFLI)
Bugün 6712 ziyaretçikişi burdaydı!
Bu Kim?
HEMEN HEMEN TÜM ŞAİR VE YAZARLAR HAKKINDA BİLGİ DEPOLANMIŞ VE SİZLERE SUNULMUŞTUR EĞER ARADIĞINIZI BULAMADIYSANIZ BANA ULAŞARAK BİLDİRMENİZİ RİCA EDERİM
Birçok bilim adamı ve şair yetiştirmiş soylu bir Irak Türk ailesinin çocuğudur. 1885'te Bağdat'tan İstanbul'a gelerek Galatasaray Lisesi'ne girdi (o zaman Galatasaray Sultanisi deniyordu). Okulda hayli yabancılık çekti. İçe dönük ve hayalci bir çocuktu. Yaşlandıkça, daha da duyarlı ve alıngan oldu. İlk şiirlerini okul sıralarında yayımladı (1901). Galatasaray'ı 1907'de bitirdi. Önce Reji İdaresi'nde çalıştı. Sonra Fransızca öğretmeni olarak İzmir'e gitti. Bir süre sonra İstanbul'a döndü ve Maliye Bakanlığı çevirmeni oldu. Bu arada Birinci Dünya Savaşı'na katıldı. Savaş bitince bir süre, Osmanlı Bankası'nda çalıştıktan sonra, Güzel Sanatlar Akademisi'ne, estetik ve mitoloji öğretmeni olarak girdi. Bir yandan da şiirler yazıyor ve yayımlıyordu.
YENİ BİR ŞİİR ANLAYIŞI
1921'de, o zamana kadar yazdığı bütün şiirleri Göl Saatleri adlı bir kitapta topladı. Bu arada bir süre Paris'e gitti. Piyale adlı ikinci kitabını Paris dönüşünde yayımladı. Ahmet Haşim'in şiirleri o güne kadar alışılagelen şiir biçimlerinin hiç birine benzemediği için, yayımlandığı sırada büyük tartışmalara yol açıyordu. Bu tartışmalara verdiği cevapta Haşim, şiiri ve şairi şöyle tanımlıyordu: «Şiir bir hikâye değil, sessiz bir şarkıdır.; şair de, ne bir gerçek habercisidir, ne güzel konuşan bir insan, ne de bir kanun koyucu. Şiirin dili, düzyazı gibi, anlaşılmak için değil, duyulmak için oluşmuş, müzikle söz arasında, sözden çok müziğe yakın, arabulucu bir dildir». Bu savunmasıyla Haşim, sembolizm yanlısı bir şair olduğunu açıklıyordu.
Ahmet Haşim, bu yeni şiir anlayışıyla kendinden sonra gelen, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Muhip Dranas, Cahit Sıtkı Tarancı gibi birçok önemli Türk şairini etkiledi. Haşim'in, şiirlerinden başka, düzyazıları da vardır.
ESERLERİ
Şiirler: 'Göl Saatleri, Piyale. Düzyazılar: Bize Göre, Gurabahane-i Laklakan («Leylekler Bakımevi»), Frankfurt Seyahatname
____________________________________________________________________________________________ AHMET MUSİP DRANAS
Sinop'ta dünyaya gelen Ahmet Muhip Dranas Ankara Erkek Lisesi'ni bitirdikten sonra çeşitli işlerde çalıştı. Bir süre hukuk ve edebiyat fakültelerinde okuduysa da tamamlamadı. Halkevleri Kültür ve Sanat Yayınlan yönetmeni (1938-1942), Çocuk Esirgeme Kurumu yayın müdürü (1946) ve başkanı (1957) oldu. iş Bankası yönetim kurulu üyeliğinde bulundu.
Dranas'ın liseyi bitirdiği 1930'lardan başlayarak şiirleri Varlık, Ülkü, Çığır, Yücel, Şadırvan v.b. çeşitli sanat dergilerinde çıktı. Bütün şiirleri Şiirler adı altında bir kitap halinde yayımlandı (1974). Ayrıca, tiyatro türünde de eserler verdi: Gölgeler (1946), O Böyle istemezdi (1948). Gölgeler adlı oyunuyla C.H.P. Piyes Yarışması'nda ikincilik kazandı.
SANATI VE KİŞİLİĞİ
Dranas'ın şiiri biçim bakımından kendinden öncekilere benzerse de dil ye imge bakımından onlardan çok farklıdır. Bu kalıplar içinde kalarak Türk şiirine değişik bir anlatım, taze bir ses ve ahenk getiren şair, çağın sorunlarına karşı ilgisizdir. Süsten arınmış söyleyişi, yalın ve sade dili, şiir sezgisi ve şiir kurma gücüyle içindeki duyguları yansıtmağa, güzel günlerin anılarını tazelemeğe, bunlarda bir yaşama sevinci bulmağa çalışır. Dranas'ın insan hakkındaki görüşü karamsardır.
A. Muhip Dranas'ın bütün şiirlerinin özü sevmek, yaşamak ve ölüm kavramlarıdır denebilir. O bu üç temayı «bir büyük şarkı» bütünlüğü içinde ve güzellikler halinde, ama sade bir anlatımla dile getirir.
____________________________________________________________________________________________
AHMET RASİM:
Yazar, gazeteci ve besteci (1865-1932).
Posta memurlarından Bahaeddin Efendinin oğludur. Mahalle okulundan sonra girdiği Dârüşşafaka Lisesi'ni 1883'te birincilikle bitirdi. Posta-Telgraf İdaresi'nde memur oldu. Memurluğun yanı sıra Fransızca’dan çeviriler yapıyor, bunlar gazetelerde yayımlanıyordu. Önce Tercümanı Hakikat gazetesinde yazarlığa başladı. 1927'de milletvekili oluncaya kadar bütün ömrü gazetecilikle geçti.
TAM BİR HALK YAZARI
Ahmet Rasim gazete yazılarından başka okul kitapları, halk için öğretici, eğitici kitaplar da yazdı. Mizah yazıları, fıkraları ve anılan ile geniş okuyucu topluluklarına seslendi. Ahmet Rasim tam bir halk yazarıdır. Dilinin halk diline uygunluğu, üslûbunun canlılığı ve tatlılığı, hafif mizahı ile her çeşit insanın ilgisini çekmeyi başardı. Fıkralarında insan sevgisine bürünmüş bir şakacılık, yaşanan anıların tadını çıkaran bir hoşgörürlük vardır. Eski İstanbul'un toplumsal yaşayışını, eğlence dünyasını, yerel tiplerini, eski halk sanatlarını ve basın çevrelerini canlandıran yazıları, sayısı yüzü geçen eserlerinin en önemli bölümünü meydana getirir. Ahmet Rasim müziğe de meraklıydı; 70 kadar şarkı bestelemiş, bunlardan 42'si bugüne kalmıştır.
ESERLERİ
Roman :Ülfet.
Anı: Gecelerim, Fuhşu Atik, Muharrir, Şair, Edip, Falaka.
Fıkra-makale: Tarih ve Muharrir, Şehir Mektupları, Eşkali Zaman, Gülüp Ağladıklarım, Muharrir Bu Ya.
Gezi: Romanya Mektupları.
Tarih: Resimli ve Haritalı Osmanlı Tarihi (4 cilt), İstibdattan Hâkimiyeti Milliyeye.
İnceleme: İlk Büyük Muharrirlerden Şinasi.
____________________________________________________________________________________________
ALEXANDRE DUMAS:
Fransız yazarı (1802-1870).
Santa-Domingo Adası'ndan bir melezin oğlu olan Alexandre Dumas, Villers-Cotterets'de doğdu. Portrelerinden, iriyarı, sağlık dolu, gözlerinden zekâ fışkıran, neşeli bir adam olduğu anlaşılıyor. Hayatı ve eserleri de bu portrelere tıpatıp uymaktadır.
Üç Silâhşörler (1844) ile onun devamı olan Yirmi Yıl Sonra (1845) ve Bragelonne Vikontu'nu (1850) herkes bilir. Ama Dumas'ın 300 kadar romana ve tiyatro oyununa imzasını attığını bilmeyen çoktur. Çünkü doğanın bu güçlü yaratığı, kurumak bilmeyen bir hayal gücüne sahipti ve konularını aldığı tarih, tam ona uygun bir alandı; ama o, yepyeni kahramanlar da yaratabilecek güçteydi: sözgelimi. Monte Kristo kontu, tamamen hayali bir kahramandır.
Zaten Dumas, tarihten esinlenmekle yetinmiyor, onu, inanılmaz bir hızla kaleme alırken, olağanüstü hayal gücüyle âdeta yeniden yazıyordu.
Ölümünden yüz yıl sonra, kişileri hâlâ canlıdır ve serüvenleri, gençleri de, gençliğini az çok yitirmiş olanları da heyecanla sürüklemeğe devam etmektedir.
_____________________________________________________________________________________________
ALPHONSE DAUDET:
Fransız yazarı (1840-1897).
Alphonse Daudet, Nimes'de bir tüccar ailenin çocuğuydu. Oldukça avare bir gençlik döneminden sonra ailenin iflâsı üzerine on beş yaşında öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kaldı. Paris'te kendi halinde bir gazeteci olan ağabeyi Ernest'in yanına gitti. Ertesi yıl (1858), yayımladığı bir şiir derlemesi. Sevdalı Kadınlar, onu edebiyat çevrelerine tanıttı. Asıl başarıya, güneydeki gençliğinin ve başkente gelişinin hikâyesi olan Küçük Şey (1868) ve özellikle Provence yöresini sade bir dille canlandıran eğlendirici masallar derlemesi olan Değirmenimden Mektuplar (1869) ile kavuştu.
Taraskon'lu Tartarin, Tartarin Alpler'de, Taraskon Savunması ve Taraskon Limanı ile, Daudet muziplik ve canlılık dolu bir küçük taşra dünyası yaratmıştır. Böylelikle, karikatüre yakın gülünç bir güney folklorunun doğmasına katkıda bulunmuş oldu.
Daudet'in «Değirmenimden Mektuplar»ı yazdığı söylenen, Arles dolaylarındaki Fontvieille değirmeni.
_____________________________________________________________________________________________
AZİZ NESİN:
Mizah ve oyun yazarı (İstanbul 1915).
Asıl adı Mehmet Nusret Nesin'dir. Yoksul büyüdü. Kuleli Askeri Lisesi'nde (1935) ve Harp Okulu'nda (1937) öğrenim gördü; 1944'te askerlikten ayrıldıktan sonra, gazeteciliğe başladı. Yedigün (1944), Karagöz (1945) dergilerinde ve Tan gazetesinde (1945) fıkra yazarlığı yaptı. Şiir denemeleri ve gerçekçi küçük hikâyelerle edebiyat dünyasına girdi; Sabahattin Ali ile birlikte çıkardığı Markopaşa dergisinde (1946) yayımlanan mizah hikayeleriyle adını duyurdu.
Siyasal eleştirinin ağırlık kazandığı hikâyeleri yüzünden mahkûm edilerek bir süre yazı hayatından ayrı kaldı. 1955'ten sonra fıkralarıyla tekrar gazete ve dergilerde görülmeğe, hikâye ve romanlarını yayımlamağa başladı. Akbaba (1955), Dolmuş (1955), Yeni Gazete (1957-1958), Akşam (1959) ve Tanin'de (1960) sürekli yazdı. Kemal Tahir ile birlikte Düşün Yayınevi'ni kurdu (1957). Zübük adlı mizah dergisini çıkardı (1961). 1969'da gazetecilikten ayrıldı.
MİZAH USTASI
Türk edebiyatının usta mizahçılarından olan Aziz Nesin, mizahı edebiyatın her türünde denedi. Toplumsal hayatın aksayan yönlerini, alaya elverişli kişi, durum ve olayları abartarak güldürücü ve akıcı bir anlatımla verdi. Onun mizah hikâyeleri yalnız eğlendirmekle kalmaz, güldürücü durumlar, tuhaf karşıtlıklar aracılığıyla toplumdaki bozuklukları göstermeğe, bunların nedenlerini belirtmeğe de çalışır.
Eserleri uluslararası birçok mizah yarışmasında birincilik ödülü kazandı. Kitapları yabancı dillere çevrildi. Aziz Nesin sahnelerde, radyo ve televizyonda oynanan oyunlarıyla da ilgi topladı. Üç Karagöz Oyunu ve Çiçu ile tiyatro ödülleri aldı. Her yıl seçilen yoksul ve kimsesiz 4 çocuğu bir meslek sahibi oluncaya kadar yetiştirmek amacıyla Nesin Vakfı'nı kurdu (1972), eserlerinin gelirini buraya bıraktı.
ESERLERİ
Hikâye: İt Kuyruğu, Damda Deli Var, ölmüş Eşek, Havadan Sudan, Kör Döğüşü, Biz Adam Olmayız, Yeşil Renkli Namus Gazı.
Roman: Zübük, Şimdiki Çocuklar Harika.
Oyun: Biraz Gelir misiniz? Bir Şey Yap Met, Çiçu, Hadi öldürsene Canikom, Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz (eserin televizyon için hazırlanan dizisi büyük ilgi topladı).
Anı: Böyle Gelmiş Böyle Gitmez.
Masal: Memleketin Birinde Hoptrinam, Uyuşana Tosunum.
Taşlama: Azizname. Fıkra: Nutuk Makinesi, Az Gittik Uz Gittik.
_____________________________________________________________________________________________
BAKİ:
Ünlü divan şairi (1526-1600).
Kendi divanında yer alan bir minyatüre göre şair Baki. Divan-ı Baki» Seyit Ali el-Bursavi tarafından kopya edilmiştir (XVI. yy.). Türk ve İslâm Eserleri Müzesi, İstanbul.
Türk divan edebiyatının büyük şairlerinden biridir. Kanuni Sultan Süleyman devrinde İstanbul'da doğdu. Asıl adı Abdülbaki Mahmut'tur. Babası Fatih Camii müezzinlerinden Mehmet Efendi'dir. Babası onu saraç çıraklığına verdi. Ama Baki bu işte çok kalmadan medreseye girerek okumağa başladı. Yirmi yaşına gelmeden İstanbul'un çok beğenilen genç şairlerinden biri olarak ün yaptı. "Doğu Seferi'nden dönüşünde Kanuni'ye sunduğu bir kaside ile onun ilgisini çekti (1554).
Şeyhülislâm olmak istedi ama bu isteğine ulaşamadan öldü. «Şairler Sultanı» diye anılan Baki'nin cenazesine bütün devlet büyükleri, tanınmış adamlar katıldı. Şeyhülislâm Sunullah Efendi'nin, musalla taşında şairin tabutunun önünde onun şu dizelerini söylediği anlatılır:
«Kadrini sengi musallada bilüp ey Baki Durup el bağlayalar karşında yaran sal saf» (Ey Baki! Dostların senin değerini [ancak] musalla taşında anladılar ve karşında sıra sıra el bağladılar).
SANATI VE KİŞİLİĞİ
Baki zevke ve eğlenceye düşkün olmasına rağmen ölçülü ve hesaplı bir hayat yaşadı. Yükselmek tutkusuyla büyüklere yaranmak için elinden geleni yaptı. Ama Kanuni'nin ölümüne yazdığı mersiye, onun hükümdara duyduğu gerçek saygı ve bağlılığı ispatladı. İçtenliği, ifade ve ahenk güzelliği ile bu mersiye divan edebiyatının şaheserlerinden sayılır. Divan'ında bulunan bir dizesinde «Şairler Sultanı» diye tanınmış olmasını kastederek «bu devirde söz ülkesinin padişahı benim» diyen, kaside ve gazel yazmanın kendisine özgü olduğunu söyleyen bu övüngen ve gururlu şairin övünmelerinden biri de şöyledir:
«Meddah olalı çeşm-i gazâlanına Baki öğrendi gazel tarzını Rûmun şuarâsı» (Baki onun ahu gözlerini övmeğe, onlar için şiir yazmağa başlayalı beri, Osmanlı şairleri gazelin ne olduğunu, nasıl yazılacağını öğrendiler).
_____________________________________________________________________________________________
1799 yılında Tours şehrinde doğan Honore, 1815'te ailesiyle birlikte Paris'e geldi. Annesi ve babası oğullarının noter olmasını istiyorlardı, ama onun gözü yükseklerdeydi, yazar olmayı ve büyük paralar kazanmayı hayal ediyordu.
Balzac beceriksiz birkaç edebiyat denemesinden sonra, başarısızlıkla sonuçlanan işlere girişip borçlandı. Sürekli para sıkıntısının baskısıyla ve büyük bir coşkuyla roman üstüne roman yazmağa koyuldu. Hep evine kapanır, pek seyrek dışarı çıkardı. Akşam altıda yatar, kendisini geceyarısı uyandırmalarını tembih eder ve ertesi akşama kadar durmadan yazardı. Balzac böyle bazen günlerce, bazen haftalarca, kahve üstüne kahve içerek ve sabahlığına bürünerek çalışırdı.
Ve günün birinde, yirmi yıldır sevdiği Madam Hanska ile evlendikten kısa bir süre sonra, bu yoğun çalışmanın verdiği yorgunluktan bitkin düşerek öldü. Victor Hugo'nun belirttiği gibi, «aynı gün hem mezara girdi, hem üne kavuştu.»
İNSANLIK KOMEDİSİ
Gözlem yeteneğine ve çok geniş bir hayal gücüne sahip olan Balzac, bize büyük eserler bırakmış (85 roman) ve onları şöyle tanımlamıştır: «Bütün toplumun hikâyesini anlatmağa giriştim. Çoğu zaman planımı şu tek cümleyle dile getirdim: dört-beş bin sivri kişisi bulunan bir kuşak. İşte bu dram, benim kitabımdır».
Balzac, çok çeşitli ve değişik insanlara rastlamış ve onların bütün davranışlarını derin bir anlayışla incelemiş, iyice belirlenmiş kişilerin birbiriyle karşılaştığı coşkulu bir dünya yaratmakta da bu gözlemlerinden yararlanmıştır. Bu kişiler arasında soylu ve hırslı genç Rastignac; açgözlü tefeci Gobsek; kaçak kürek mahkûmu Vautrin; cimri baba Grandet ve müşfik Ursule Mirouet'yi görüyoruz. Bir hikâyeden ötekine, ortaya çıkan bu kahramanlar aracılığıyla Balzac, eserinin genel adı olan İnsanlık Komedisi'ni yaratır. Onun anlattıkları, Fransa'da görünüşte parlak, ama yozlaşmaya yüz tutmuş bir soylu sınıfının, cimri, gözünü para hırsı bürümüş bir burjuva sınıfıyla yan yana yaşadığı Restorasyon Dönemi toplumunun ilgi çekici canlılıkta bir portresidir. Bu hayal âlemi, merak uyandırıcı entrikalarla kum gibi kaynar ve genişliğiyle, gerçekliğiyle okuyucuyu âdeta büyüler.
_____________________________________________________________________________________________
Bertolt Brecht:
Alman oyun yazarı (1898-1956).
Brecht Augsburg'da doğdu, 1918 sonrasının yenik Almanya'sında yaşadı: ekonomik bunalım, para değerinin düşüşü, işsizlik ve toplumsal adaletsizlikler, kanlı ayaklanma girişimleri onun, siyasal yönünü çizmesine etken olacak ve ona sanat yönünden esin kaynağı sağlayacaktı.
1928'de Brecht, Üç Kuruşluk Opera (müzik. Kurt Weill) adlı tiyatro oyunuyla büyük bir ün yaptı; bu oyunda da, öteki eserlerinde olduğu gibi, konuşmalara şarkılar karışıyordu. Ama 1933'te, Nazi rejimine düşman olduğundan ülkeden kovuldu. Ancak Hitler'in düşmesinden sonra Almanya'ya dönebilecekti.
İnanmış bir komünist olarak, savaştan sonra Doğu Berlin'e yerleşti ve orada karısı Helene Weigel ile, çağdaş tiyatro sanatının gelişimini derinden etkileyecek olan Berliner Ensemblc Tiyatrosu'nu kurdu.
Brecht'e göre tiyatronun tek görevi halkı eğlendirmek değil, onu haksızlıklara karşı savaşa hazırlamak üzere, gözlerini, çağdaş toplumun kusurlarına açmaktır. Komünizm doktrinlerine bağlı kalan Brecht sanatın, siyasal mücadelenin hizmetinde olması gerektiğine inanmıştır.
ESERLERİ
Burjuvaların Düğünü, Ana, Cesaret Ana ve Çocukları, Arturo Ui'nin Yükselişi, Aslan Asker Şvayk İkinci Dünya Savaşı'nda, Kafkas Tebeşir Dairesi.
_____________________________________________________________________________________________
Cenap Şahabettin:
Son Osmanlı dönemi şairlerinden (1870-1934).
Cenap Şahabettin, Edebiyatı Cedide akımının en önemli temsilcilerinden biridir. Manastır'da doğdu. İstanbul'a gelip Rüştiye'de okuduktan sonra Tıbbiye'ye girdi.
Hekim olunca Paris'e gönderildi. Dönüşünde gene edebiyatla uğraşmağa, o zamanın ünlü dergisi Serveti-fünun'da şiirler, edebiyat yazıları yayımlamaya koyuldu. Serveti-fünun İstibdat İdaresi'nce susturulunca o da bir süre susmak zorunda kaldı. 1908 Meşrutiyet Devrimi'nden sonra gazeteciliğe başladı. Arada bir şiirler de yazıyordu.
SANATI VE KİŞİLİĞİ
Cenap Şahabettin edebiyat dünyasına, sanat çevrelerini yadırgatan değişik bir hava ile girdi. Avrupa'da yeni sanat akımlarını görmüş, öğrenmişti. Bir aşk şairi olarak tanınmakla birlikte şiirlerinde derin duygulardan çok o zamana kadar görülmemiş sözcükler ve tamlamalar kullanmasıyla ün kazandı. Edebiyatı Cedide şairlerinin kullandıkları tamlamalardan birçoğunu icat edip herkesi şaşırtan odur. «Berf-i zerrin» (altın kar), «lerze-i ruşen» (ışıklı titreme) gibi şiir başlıkları bugün için şaşırtıcı olmasa da o zaman için yadırganacak isim tamlamalarıydı.
Cenap Şahabettin, şiirlerini kitap halinde yayımlamadan öldü. Düzyazı türünde olan «Hac Yolunda», Servetifünun'da tefrika edilmişti. «Suriye Mektupları» (1917) ve «Avrupa Mektupları» (1919) adıyla gezi notları yayımlandı. Sohbet, eleştiri ve deneme yazılarını «Evrakı Eyyam» (1915), «Nesri Harp», «Nesri Sulh» ve «Tiryaki Sözleri» (1918) adlı kitaplarında topladı. Tiyatro oyunları da yazdı: « Valan», «Körebe», «Merdud Aile». İki de biyografi yayımladı: «Kadı Burhanetlin» (1922) ve «Shakespeare» (1931).
Cervantes ve Don Kişot:
XVII. yy.a ait ünlü bir İspanyol romanının traji-komik kahramanı.
Don Kişot, kendisi gibi kadidi çıkmış atı Rosinante'ye binmiş, şövalyelik serüvenlerine doğru yola koyuluyor. Uzaktan, eşeğinin sırtında onu izleyen Sanşo Panza geliyor. Daumier'nin tablosu Berlin Müzesi.
XVII. yy.da yaşayan küçük bir İspanyol kişizadesi, çok fazla şövalye kitabı okuduğu için aslında bir handa hizmetçi olan soylu sevgilisi Dulcinea'nm onuruna, «gezgin şövalye» olmayı kafasına koymuştur. Bunun üzerine, sakin hayatını bırakır, yaşlı, sıska atı Rosinante'ye atladığı gibi, dullarla yetimlerin, kendilerini savunması için yolunu gözlediklerine inandığı bir kişi olarak, dağ-tepe yola koyulur. Seyisi olan ve bir eşekle ardından gelen Sanşo Panza da sağduyusu ve ihtiyatlılığı, efendisinin romanlardan edinilme çılgınlığına tam ters düşen bir köylüdür. Her ikisi de bir sürü gülünç serüvene atılır; bunların en ünlülerinden biri «mahzun yüzlü şövalye»nin hain devler sandığı yel değirmenlerine saldırışıdır; Don Kişot'un gene çok tanınmış serüvenleri arasında, Mambrino'nun ünlü zırh başlığım bulma öyküsü, Camacho'nun evlenmesi ve Baratia Adası'nda olup bitenler de sayılabilir.
Başlangıçta çocuklar için tasarlanmış olmamasına rağmen, Cervantes'in bu romanı, yayımlanır yayımlanmaz gençler arasında pek rağbet gördü.
Bu, barok bir hikâye, traji-komik bir destandır ve özgün güldürü etkenleriyle doludur. Ama aynı zamanda da, okuyucuyu düşünmeğe yönelten bir eserdir; çünkü her birimizin ruhunun derinliklerinde, çılgınlık derecesinde cömert, büyük davalar uğruna her an alevlenmeğe hazır, bir Don Kişot ve daha çok, bu dünya gerçeklerini gören, özellikle günlük rahatına düşkün bir Sanşo Panza yaşamaktadır.
CERVANTES
Don Kişot'un yazarı Miguel de Cervantes Saavedra (1547-1616), yoksul bir hekimin oğluydu ve serüvenlerle dolu bir yaşamı oldu. Önce askerliğe heveslendi ve basit bir er olarak İtalya ile Akdeniz ülkelerini dolaştı. Yunanistan'da Lepanto Savaşı'nda (1571) yaralanınca, bir elini kullanamaz oldu (bu yüzden ona: Lepanto'lu çolak da derler). 1575'te Türklere esir düştü ve Cezayir'e köle olarak satıldı.
Beş yıl sonra azat edilen Cervantes, Madrid'e döndü, kalemiyle yaşamağa çalıştıysa da başaramadı ve memurluk yapmak zorunda kaldı; yasa dışı işler yapmaktan suçlanarak 1589 ile 1605 arasında birkaç defa hapse girdi. Nihayet, krallığın etkili kişilerinin himayesini sağladıktan sonra kendini tek tutkusu olan edebiyata adayabildi.
Normandiyalı soylu bir aileden yetişen ve Louis XIII ile Louis XIV'ün hükümdarlığı zamanında yaşayan Pierre Corneille'in, büyük bir tiyatro yazarı olması için koşulları pek de elverişli değildi.
Babası gibi avukatlığı seçmiş, fakat çekingenliği yüzünden mesleğinde pek başarılı olamamıştı. Oysa genç Corneille'in edebiyata büyük tutkusu vardı ve sadece zevk için kendi kendine şiirler yazıyordu; nihayet 1636'da, Le Cid adlı manzum trajedisini oynatmayı başardı: eser olağanüstü ilgi görmüş, büyük başarı kazanmıştı. O tarihte İspanyol saldırılarını püskürten ve henüz zaferin sarhoşluğu içinde yüzen Fransızlar, Arapları yenen Rodrigue'in kişiliğinde kendi ordularının kahramanlığını ve kazandıkları askeri zaferin parıltısını görür gibi oluyorlardı.
Corneille'in bu oyununda, «Le Cid», yani soylu kişi, beyzade diye anılan Rodrigue, zayıflıklarım yenmeğe, ruhsal acılarının üstesinden gelmeğe çalışan son derece iyi bir insandır. Bir yandan Chimene'e duyduğu sevgi, öte yandan onu sevgilisinin babasını öldürmeğe zorlayan onuru, arasında seçim yapmak zorundadır. Duygularıyla görevi arasında bocalayan insanın bu güç durumu, Corneille'in eserlerinde sık sık işlediği konulardan biridir.
Floransalı küçük bir soylu aileden gelen Dante, sadece İtalyanca'nın birinci ve en büyük şairi değil (ondan önce Latince yazılırdı), aynı zamanda bir filozof, bir ilâhiyatçı, etkili bir politikacı ve papalarla krallara karşı çıkmış, coşkun bir kalem tartışmacısı idi.
Gezici ozanlar gibi Dante de zarif bir aşktan esinlenmiş: eserini sevdiği kadın olan Beatrice'ye adamıştır. Şövalyelik idealinin ve törelerinin büyüsüne kapılan Dante, güzelliğin ve doğrunun arayıcısıdır. Aşk duygusu onda felsefi ahlâk ve din konularında araştırmaya dönüşmüştür.
Yazar, gerçek bir «kutsal şiir» olan İlâhi Komedya'da, büyük Latin ozanı Vergilius eşliğinde, öteki dünyaya hayali bir gezi yapar. Cehennem'e indiğinde, orada kendilerine korkunç işkenceler uygulanan bir kalabalık görür. Araf ise daha iç açıcı değildir. Buna karşılık Cennet'te her şey müziğe ve ışığa boğulmuştur. Dante orada mutluluğun temsilcisi olan Beatrice'i bulur ve Beatrice onu Tanrı'ya götürür. Bu güçlü ve yüce eser, hem bir hikâye, hem de insanlığın geçmişi üzerindeki düşünceleri içeren bir felsefe kitabıdır. Ve İtalyan edebiyatında, bir tür kutsal kitap, «kitaplar kitabı» sayılır.
ESERLERİ
İlâhi Komedya'yı yazmadan önce Dante, gençliğinde yazdığı şiirlerin (Rime) derin anlamını açıklamak üzere yorumlar da ekleyerek, Vita Nuova (Yeni Hayat) adlı kitapta topladı. Convivio (Şölen) ise, bir siyaset ve felsefe denemesidir.
Dede Korkut:
Oğuz Türklerinin destansı öykülerinin ilk anlatıcısı ve bu öykülerin kahramanı olan efsanevi ozan.
Dede Korkut'un yaşamı hakkındaki bilgiler söylentilere dayanır. Dede Korkut Kitabı'nda, Oğuzname metinlerinde ve bazı tarih kaynaklarında Dede Korkut, "Oğuzların kendisinden akıl danıştıkları, gelecekten haber verdiğine inandıkları, kopuz çalarak bilgece sözler söyleyen, kendisi de bilge bir kişidir.
Oğuz Han'a vezirlik yaptığı, Hz. Muhammet'e elçi olarak gönderildiği ve Oğuzlar arasında İslâm dinini yaydığı da bu söylentiler arasında yer alır. Korkut Ata adıyla da anılan Dede Korkut, efsaneye göre 295 yıl yaşamıştır. Birçok yerde Dede Korkut'a ait olduğu söylenen mezarlar vardır.
DEDE KORKUT KİTABI
Dede Korkut'un anlattığı ve Oğuz Türklerinin yaşantılarıyla ilgili 12 destansı öykünün toplandığı kitaptır. Asıl adı, Kitab-ı Dede Korkut âlâ Lisan-ı Taife-i Oğuzân'dır (Oğuzların Diliyle Dede Korkut Kitabı). Kitaba bu adın verilmesi bütün hikâyelerde Dede Korkut'un ortaya çıkmasındandır. Oğuz Türklerinin Rum, Ermeni ve Gürcü beylikleriyle yaptığı savaşları ve Oğuz boyları arasındaki anlaşmazlıkları masal biçiminde anlatan bu öyküler aynı zamanda, Oğuzların günlük yaşantıları, dini inançları, töreleri, sosyal ve siyasi durumları hakkında bilgi verir.
Olayların İslâm öncesi ve sonrasına göre değişik biçimde değerlendirildiği bu öykülere yer yer manzum parçalar eklenmiştir. Oğuz Türkleri arasında söylenen ve ağızdan ağıza dolaşarak geniş bir alana yayılan öykülerin, XIV. yüzyıl sonu ile XVI. yüzyıl arasında yazıya geçirildiği sanılmaktadır. Dede Korkut Kitabı'nın Arapça olarak yazılmış 12 hikâyeden oluşan asıl nüshası Dresden Kütüphanesi'ndedir. Vatikan Kütüphanesi'nde 6 hikâyelik ikinci bir nüsha bulunmaktadır. 1916'da Kilisli Rifat tarafından yayımlanan Dede Korkut Kitabı sonraki yıllarda değişik kişiler tarafından yayımlanmıştır.
DELİ DUMRUL ÖYKÜSÜ
Deli Dumrul, Dede Korkut Kitabı'ndaki ünlü öykülerden biridir. Öykünün kahramanı Deli Dumrul, her şeye meydan okuyan gözüpek bir kişidir.
Bir köprü yaptırır ve üzerinden geçen, geçmeyen herkesten para almağa başlar. Bir gün köprünün yanıbaşında yerleşmiş oba halkının ağlaştığını görür, merak eder. Oba halkından bir yiğidin Azrail tarafından canının alındığını duyunca öfkelenir, Azrail'e ders vermeğe kalkar. Bu davranışına kızan Tanrı onu ölümle cezalandırır.
Deli Dumrul canını geri vermesi için Tanrı'ya yalvarır; kendi yerine başka bir can bulması şartıyla bağışlanır. Deli Dumrul önce anne ve babasına başvurur, ikisi de Deli Dumrul'un yerine ölmek istemezler. O da çaresiz kalarak vasiyetini bildirmek için karısı ile görüşmek üzere Azrail'den izin alır. Karısı onun için canını feda etmeğe hazır olduğunu söyler. Bunun üzerine Deli Dumrul yeniden Tanrı'ya yakarır, karısı ve çocukları için bağışlanmasını diler. Kadının bu sevgisi ve fedakârlığı karşısında onlara acıyan Tanrı, Azrail'e yaşlı ana-babanın canlarını almasını buyurarak, onların ömürlerini de genç karı-kocaya bağışlar.
Charles Dickens:
İngiliz romancısı 41812-1870).
Charles Dickens Londra'ya geldiğinde on iki yaşındaydı, orada bir cila fabrikasında çalışmak zorunda kaldı, çünkü babası büyük bir para sıkıntısı içindeydi. O zaman açlığı da, yoksulluğu da, sanayi çağının başlangıcında, işçilerin çetin hayat koşullarını da tanıdı: bu konular eserlerinde sürekli olarak işlenecektir.
Bununla birlikte, gazetecilik öğrenmeğe de zaman bulabildi ve ilk skeçlerini hiciv dergilerinde yayımladı. Sonra yazar olan Dickens, Mister Pickvoick gibi garip ve ilgi çekici bir kişi yarattı, Oliver Twist'in ve Nicholas Nickleby'nin serüvenlerini anlattı, daha sonra da duygulu başeserini, David Copperfield'i kaleme aldı.
İngiltere ve Amerika'da kısa zamanda büyük bir ün yaptı, iki defa Amerika'ya gitti. Nihayet, 1850'den itibaren, eserini birçok defa halk huzurunda okudu ve mükemmel bir oyuncu olduğunu ortaya koydu.
Victoria çağı toplumunun tanığı olan Dickens, kitaplarıyla, çok küçük yaştan itibaren çalıştırılmağa başlayan ve sömürülen çocukların korkunç yoksulluğuna dikkati çekmeyi başarmıştır.
Denis Diderot:
Fransız yazar ve filozofu (1713-1784).
Langres'li, varlıklı bir küçük kentsoylu aileden gelen Diderot, Paris'te parlak bir öğrenim yaptıktan sonra, babasının bıçakçı dükkânının başına geçecek yerde, edebiyat mesleğine atıldı. Son derece zeki, doymak bilmez bir meraka sahip olduğundan, her konuyla ilgilendi ve romanda da, tiyatroda da, edebi eleştiride de aynı derecede yetenekli olduğunu gösterdi. Gazeteci ve sanat eleştirmeni oldu ve birçok makalesinde büyük resim sergilerini anlattı: Salonlar. Ayrıntılı tanımlamalarıyla, bir tabloyu canlandırmağa, ışığını ve renklerini vermeğe çalıştı. Bu makalelerin ilgi çekici üslûbu, Alman yazarı Goethe'nin gözlerini kamaştırmıştı.
Ama özellikle, bu sözcüğe XVIII. yy.da verilen anlamıyla, bir filozoftu. Cüretli, yeni ve cömert fikirlere susamış bir düşünür olarak, çağının temel sayılan verilerini yeniden söz konusu etmekten çekinmedi: din, aile, monarşik toplum gibi. Körler Üstüne Mektuplar'da ortaya attığı karşıt görüşleri, Voltaire tarafından çok beğenilmekle birlikte, Vincennes'de de üç ay hapsedilmesine yol açtı. Birçok bilimsel makale kaleme almıştır, dinsiz ilk maddeci düşünürlerden sayılır.
Diderot, kendisine haksız veya modası geçmiş görünen şeyleri eleştirmekle yetinmedi; yapıcı çözümler önermeğe de gayret etti. 1750'de, dostu d'Alembert ile, büyük bir Ansiklopedi yayımlamağa girişti ve ömrünün yirmi yılını buna adamakla birlikte, edebi verimini de ihmal etmedi. Ama eserlerinin çoğu, ancak ölümünden sonra yayımlandı.
Diderot'un bir felsefe öğretisi yoktur. Eserleri arasında en kalıcı olanlar romanları ve özellikle de «Rameau'nun Yeğeni»dir. Tiyatro oyunları orta değerde, ama tiyatro kuramı önemlidir.
Bu oldukça şaşırtıcı, çok yönlü yeteneklere sahip kişi, Fransız XVIII. yy. ın en «modern» yazarlarından biridir.
ESERLERİ
Sır Tutmayan Mücevherler, Gayrımeşru Oğul, Aile Babası, Rahibe, Kaderci Jacques, Rameau'nun Yeğeni, Aktörlük Hakkında Aykırı Düşünceler. Kocaman bir cilt oluşturan Mektuplar'ı ve bu arada özellikle kadın arkadaşı Sophie Volland'a yazdığı mektuplar da ilgi çekicidir.
Dostoyevski:
Nefret ettiği, ayyaş, kaba ve cimri bir doktorun oğlu olan Dostoyevski, Moskova'da doğmuş ve ömür boyu gerek vücutça, gerek ruhça ıstırap çekmişti. Sık sık, şiddetli sinir nöbetleri geçirir, vicdanı onu rahat bırakmaz (kendini, işlediğini sandığı cinayetlerden sorumlu tutarak), Hıristiyan inancının sorunlarıyla tasalanır ve sorardı: Tanrı var mı?
Aşırı duyarlıkta, gururlu ve öfkeli, yapayalnız, yoksulluk içinde yaşadı, îlk romanı olan İnsancıklar'ın kazandığı başarıya rağmen, borçtan kurtulamadı. Düş kırıklığına uğramış, buruklaşmış olarak genç, ilerici aydınlarla ilişki kurdu. Çarlık polisince tutuklandı, ölüme mahkûm edildi, ama son dakikada bağışlanarak Sibirya'ya kürek cezasına gönderildi (1849-1854). Dönüşünde, hep hastaydı; üstelik karısının ve kardeşinin ölümüyle de çok sarsılmıştı. Alacaklılarından kaçmak için yurt dışına gitti. Gece gündüz çalışarak, en büyük başeserlerini işte o zaman yazdı. Rusya'ya dönüşünde nihayet başarıya ulaşmıştı.
Romanları, hayatının yansımasıdır: iyilikle kötülük arasında kalmış isyancı kahramanları, gerçeği ve zihin huzurunu ararlar. Dostoyevski yozlaşmış bir toplumda çılgınlık ile kinin, saflığa ve aşka kafa tuttuğu bir evren yaratmıştır.
İstanbul'da doğdu; Fatih'te Mahalle Mektebi'nde ve Rüştiye'de okudu. Siyasal Bilgiler Okulu'na (Mülkiye) devam ederken babasını kaybedince geçim sıkıntısına düştü. Bunun üzerine parasız yatılı bir okul olan Halkalı Baytar Mektebi Âlisi'ne (Yüksek Veteriner Okulu) girdi. Bu okulu bitirdiğinde 20 yaşındaydı. Mehmet Âkif daha çocukken, babasından Arapça ve Fatih Camii başimamından da Kur'an dersleri almıştı.
Akif, Baytar Umum Müdürlüğü'nde müfettiş yardımcılığı görevi aldı ve görev dolayısıyla Anadolu, Rumeli ve Arabistan'da birkaç yıl dolaştı. Bu arada ziraat okullarında ve Dârülfünun'da (üniversite) ders verdi.
Mehmet Akif Ersoy şiirlerini 1908-1910 yıllarında Sıratı Müstakim (Doğru Yol) dergisinde yayımladı, daha sonra bunları Safahat adlı kitabında topladı (1911). Bu şiirlerin hemen hepsi zamanın toplumsal sorunlarını ele alan ve işleyen küçük manzum hikâyelerdir. Bu dönemde iktidardaki "İttihat ve Terakki Partisi ile yakın ilişkiler kuran Mehmet Akif, partiye bağlı kulüpte Arapça dersleri veriyor, büyük camilerde yaptığı vaazlarla İslâm birliğini savunuyordu.
Birinci Dünya Savaşı yıllarında devlete bağlı özel örgütün emrinde görevler yüklendi. Bu yıllarda Arapların Türklere karşı yürüttükleri bağımsızlık mücadelesi ve İslâm dünyasının içinde bulunduğu çöküntü onu iyice sarstı ve kötümser yaptı. Fakat Anadolu'da Millî Mücadele başlayınca, Türkiye'nin bağımsızlık kazanıp kuvvetleneceği ve onun önderliğinde İslâm birliği ülküsünün gerçekleşeceği umuduna kapıldı. Bu inançla 1920'de Anadolu'ya geçti ve Burdur milletvekili olarak Meclis'e katıldı. İstiklâl Marşı'nı bu sırada yazdı. Ama ne yazık ki daha sonra girişilen Atatürk devrimlerini benimsemeyerek yurttan ayrılıp Mısır'a gitti; 1936'da tedavi için yurda döndüyse de iyileşemeyerek aynı yıl içinde öldü.
Mehmet Akif Ersoy, bütün şiirlerinde aruz ölçülerine bağlı kaldı. Gerçekçi ve ahlâkçı bir anlayışla yazdığı şiirleri, aruzun en iyi kullanılış örnekleri sayılır. Şair, İslâm birliği ülküsüne olan afin bağlılığı yününden, Ziya Gökalp'ın önderlik ettiği Türkçülük ve Tevfik Fikret'in öncüsü olduğu hümanizm akımlarına karşı durmuş, bu nedenle Atatürk devrimlerine de ters düşmüştür.
Jean-Jacques Rousseau:
Fransız yazarı ve filozofu (1712-1778).
Fransız asıllı bir Protestan aileden gelen Rousseau, Cenevre'de doğdu. Annesi onu doğururken ölmüştü; babası tarafından terk edilince de, serüven dolu bir hayat sürdükten sonra Madame de Warens'in himayesine girdi ve o zaman Katolik oldu.
1740'ta Paris'e gitti, Voltaire, Rameau ve Diderot ile tanıştı, bu ünlü kişiler, bu kendine özgü gençle ilgilendiler. 1750'de ilimler ve Sanatlar Hakkında Nutuk ile ansızın ün kazanıverdi. 1755'te, insanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı Üzerine Nutuk'u yayımladı.
Coşkulu ve idealist bir yaradılışa sahip olan Rousseau, insanın doğal olarak iyi olduğunu, ama bu iyiliğin toplum tarafından bozulduğunu savunur. Ona göre, eşitsizlikleri ortadan kaldırmak için doğaya olabildiğince yaklaşmak gerekir. Rousseau ideal toplumu ailenin çevresinde tasarlar.
Eseri, bir öncünün eseridir: Emile ve Toplum Sözleşmesi'nde öne sürdüğü düşünceler, Fransız Devrimi sırasında, özellikle onun doğal ve sivil din kuramını, «yüce yaratık» inanışına hazırlamak üzere uyarlayan Robespierre tarafından ele alınacaktır. Rousseau, Fransız edebiyatının temalarını yenilemiş ve romantizmin habercisi olmuştur.
Ahmet Hamdi Tanpınar:
Ahmet Hamdi Tanpınar, 23 Haziran 1901 tarihinde İstanbul'da doğdu. İstanbul'da Ravaz-i Maarif İbtidaisi'nde, Sinop ve Siirt Rüşdiyeleri'nde, Vefa, Kerkük ve Antalya Sultanileri'nde öğrenim gördü. Baytar Mektebi'ni bırakarak girdiği İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nden 1923 yılında mezun oldu.
Erzurum, Konya ve Ankara Liseleri'yle, Gazi Eğitim Enstitüsü ve Güzel Sanatlar Akademisi'nde edebiyat öğretmenliği yaptı. Aynı akademide estetik ve sanat tarihi dersleri verdi (1932 - 1939). 1939 yılında İstanbul Üniversitesi'ne Yeni Türk Edebiyatı Profesörü olarak atandı.
Maraş Milletvekili olarak 1942-1946 yıllarında Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde bulundu. Bir süre Milli Eğitim Müfettişliği yaptıktan ve Güzel Sanatlar Akademisi'nde eski görevinde çalıştıktan sonra 1949 yılında İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'ne yeniden döndü ve bu görevde iken 24 Ocak 1962 tarihinde İstanbul'da öldü.
Eserleri
Abdullah Efendi'nin Rüyaları (1943),
Yaz Yağmuru (1955),
Hikâyeler (Kitaplaşmayan iki hikâyesiyle birlikte tüm öyküleri, 1983).
Cevad Memduh Altar:
(1902-1995) Sanat Tarihçisi uzmanlığı Müzikoloji. İstanbul doğumlu olan Cevad Memduh Altar, Nişantaşı Sultanisi'ni bitirdi. 1922-1927 yılları arasında Leipzig Konservatuarı'nda keman ve viyola eğitimi gördü. 1927 yılında Ankara Musiki Muallim Mektebi'nde teori öğretmeni olarak görev aldı. Prof. Dr. Johannes Merkel'in "Harmonielehre" (Armoni) ve "Kontrappunkt" (Kontrpuan) adlı eserlerini Türkçe'ye kazandırdı.
1932'de "Goethe, Musiki Hayatı" adlı ilk eserini verdi. 1993'de Zeynep İksen'le evlendi ve 3 çocuk sahibi oldu. 1942'de Henrik Ibsen'den "Nora"(Bebeğin Evi) adlı çevirisini monografik bir inceleme metni ile beraber ilk kez yayımladı. 19432de Başbakanlık Basın ve Yayın Genel Müdürlüğü, Radyo Dairesi Müdürü oldu. 1944 yılında "Goethe ve Sanat" adlı incelemesini yayımladı.
1949'da Polonya Chopin Enstitüsü tarafından düzenlenen " Chopin ve Türkiye" adlı konferansta Türkiye'ye adına katıldı. 1951 yılında Devlet Tiyatrosu Genel Müdürü oldu. 1955 yılında Fransa'da Officier d'Academia nişanına layık görüldü. 1955 yılında Federal Almanya tarafından Schiller Madalyasına layık görüldü. 1956 yılında "Mozart, Osmanlı-Avusturya İlişkileri açısından" adlı bildirgesini Mozart'ın 200. yaş günü sebebiyle Viyana Üniversitesi'nde sundu.
1963 yılında "Uluslararası Sanat Eleştiricileri Derneği" (AICA) için "Modern Teknolojide Sanat Yaratıcılığı" adlı bildirgesini hazırladı. 1963 yılında Basın Şeref Kartı ile onurlandırıldı. Uluslararası II. Türk Sanatları Kongresi'nin Venedik Toplantısında "Türk Minyatürü, Divan Şiiri ve Türk Musikisi'nde Tek Boyutun Zirvesi" adlı bildirisini sundu.
1964'te TRT Genel Müdür, Program ve Haber Yardımcılığına atandı, 1967'de bu görevinden emekli oldu. 1970 yılında 2 cilt halinde "Opera Tarihi" adlı eserini sundu. 1981'de "15. yy'dan Buyana Türk ve Batı Kültürlerinin Karşılıklı Etkileri Üstüne Bir İnceleme" adlı yazısını sundu. 1983'te Mimar Sinan Üniversitesi'nde Sanat Felsefesi öğretim üyesi oldu. İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı'nın kurucularındandır. 1988'de Mimar Sinan Üniversitesi "Fahri Profesörlük" unvanı verdi.
Son kitabı "Sanat Felsefesi" 1996'da ölümünden sonra yayımlandı. Disiplini bir çalışma sistemine sahip olan Altar aynı zamanda alçakgönüllü olmasıyla da bilinir. Milliyet, Cumhuriyet, Sanat Edebiyat, Meydan, Mimar Sinan, Gösteri, Fikir ve Kültür Derneği Bülteni başta olmak üzere bir sürü dergi ve gazetede sanat üzerine yazıları bulunmaktadır.
Atatürk'ün kültür alanında yapmak istediği devrimlerin müzik alanındaki baş aktörlerinden biri olan Altar "Müziğimiz Türk'ün gelişmiş ruh ve duygularını doyurucu bir nitelik kazanmalıydı. Yalnızca bireysel dert, acı, ıstıraplarla ilgili duyarlıklar değil, çokseslilik teknik ve estetiğiyle elde edilebilmesi mümkün olan büyük boyutlu aksiyonlar da müziğimize konu edilmeliydi. Akıl-duygu evrimine dinamizm kazandıracak çoksesle hayal edebilme gücünden yararlanılmalıydı" fikrinin sahibidir.
Melih Cevdet Anday:
(1915-2002) Şair ve yazar. İstanbul'da doğdu. Devlet tarafından sosyoloji eğitimi yapmak üzere Belçika'ya gönderildi ise de 2. Dünya Savaşının çıkması nedeniyle yurda döndü. Milli Eğitim Bakanlığı Yayın Müdürlüğünde, Ankara kitaplığında memurluk yaptı. Bazı gazetelerde çalıştı. İstanbul Belediye Konservatuarı tiyatro bölümünde fonetik ve diksiyon dersleri verdi.
Orhan Veli ve Oktay Rıfat ile beraber çıkardıkları kitaptan dolayı Garip adını alan yeni şiirin ilk örneklerini verdiler. 1946'dan sonra sosyal meselelere de ağırlık vererek tiyatro ve roman türünde eserler verdi. Bazı eserleri; şiir olarak: Garip (1941), Rahatı Kaçan Ağaç (1946), Telgrafhane (1952). Tiyatro eserleri: İçeridekiler (1965), Mikado'nun Çöpleri (1967), Dört Oyun (1972) .Romanları: Aylaklar (1965), Gizli Emir (1970). Denemeleri: Doğu-Batı (1961), Konuşarak (1964)
Özdemir Asaf:
Şair. Ankara'da doğdu. Hukuk, sonra da İktisat fakültelerine yazıldı ise de yarım bırakarak yazı hayatına atıldı. Tanin ve Zaman Gazetelerinde çalıştı. Düşünceyi ön plana alan ses ve şekil unsuruna fazla değer vermeyen bir şairdir. Ahenkten ve ince hayallarden uzak, şiirden ziyade vecizeye benzer eserler vermiştir.
Eserleri; Dünya Kaçtı Gözüme, Sen Sen Sen, Bir Kapı Önünde, Yuvarlağın Köşeleri, Yumuşaklıklar Değil, Nasılsın?, Çiçekleri Yemeyin, Yalnızlık Paylaşılamaz.
Nurullah Ataç:
(1898 İstanbul, 1957 Ankara) Türk Edebiyatında modern anlamda deneme türünde eser veren ilk eleştirmen ve yazar olarak kabul edilir. Ataç 4000'nin üzerinde yazı yazmış ve onlarca kitabı da Türkçe'ye kazandırmıştır. Asıl adı Ali Nurullah Ata'dır. Hammer'in tarihini Türkçe'ye çeviren Mehmet Ata Bey'in oğlu, milletvekilliği ve gazete yazarlığı ile bilinen Galip Ataç'ın da kardeşidir. İlkokuldan sonra Galatasaray Lisesi'ne başladı (1909-1913). Dördüncü sınıftayken okuldan ayrıldı. Öğrenimini sürdürmek üzere İsviçre'nin Cenevre kentine gitti. Babasının ölümü üstüne Türkiye'ye geri döndü.
Ataç, devrinin geçtiğine inanmakla beraber Divan edebiyatıyla yakından ilgilendi. En sevdiği edebi tür şiirdi. Eski Türk Edebiyatı'nın yanı sıra 18. ve 19. yüzyıl Fransız Edebiyatını da çok yakından ve derinlemesine takip ederdi.
Ataç'a göre bir aydının görevi toplumun düşünce ve beğeni bakımından yükselmesini sağlamaktı. Ona göre Avrupa'nın bugünkü gelişmişlik düzeyine ulaşmasında edebiyat çok büyük bir etkendi. Bu yüzden okullarda Yunanca ve Latince öğretilmesi taraftarıydı. Öz Türkçe'nin her zaman önde gelen savunucularından olmuştur. Bazı yazılarında özellikle devrik cümle kurarak ve Türkçe'ye yeni kelimeler katarak dilin değişimine katkıda bulunmaya çalıştı.
Ataç yeni bir kültür ve edebiyat arayışı içindeydi. Türk Devrimi onun için ulusal benliği koruyacak bir Batılılaşma olmalıydı. Anatole France'in etkisinde eleştirinin bir sanat olduğuna inanırdı. Ataç'a göre eleştirmenin görevi yapıtı kendi değer yargılarına göre değil, yapıtın yaratılışındaki anlayışa göre ele almalıydı.
Kadın konusunda özel bir hassasiyeti vardı ve medeniyet göstergesi olarak kabul ederdi. "Kadınları küçümsemiş, romanlarında, oyunlarında, ilginç birer kadın yüzü yaratamamış yazarlar arasında gerçekten büyük yazar denecek yazar yoktur. Lacos'a, Balzac'a, Stendhal'e, Tolstoy'a Dostoyevski'ye bakın... Hepsi de kadınları anlamış, anlamaya çalışmış, kadının gücünü ve büyüklüğünü görmüştür. "Türk edebiyatından Orhan Veli, Nazım Hikmet ve Yahya Kemal usta olarak kabul ettiği isimler arasında yer alır.
Ataç'a göre, Batı şiirini Türk edebiyatına ilk getiren Ahmet Haşim'di. Ancak Haşim eski şiirin kökenlerinden yeterince faydalanmadığı için yapıtları etkisiz kalmıştı. Ahmet Haşim'in "Göl Saatleri" üzerine yazdığı ilk yazısı Dergah'ta yayımlandı. 1927 yılında R.Grousset'in "Asya'nın Uyanması" adlı eserini Türkçeleştirdi. 1928-1930 yılları arasında Ankara Orta Muallim Mektebi'nde Edebiyat, Sanat Tarihi ve Fransizca dersleri verdi. 1930 yılında A. Maurois'in " Genç Verter'in Istırapları" eserini çevirdi.
1935 yılında "Fransızca-Türkçe Resimli Büyük Dil Klavıuzu" adlı iki ciltlik sözlüğün hazırlanmasına büyük katkıda bulundu. 1939 yılında Ballantyne'nin "Mercan Adası" adlı kitabını çevirdi. 1940'da Alain Fournier'in "Adsız Köşk", Balzac'ın "İki Yeni Gelinin Hatırıları" vee Vildrac'ın "Dünya Gözüyle" adlı eserlerini dilimize kazandırmıştır. Dostoyevski'den "Kumarbaz", Sophokles'den "Oidipos Kolonos'ta", Stendhal'dan "Kırmızı ve Siyah" adlı eserler çevirleri arasında yer alır. 1945 yılında "Ezop'dan Masalları" dilimize kazandırdı. 1945 yılından sonra Basın Yayın Umum Müdürlüğü'nde yayın şefliği yaptı.
1946 yılında "Günlerin Getirdiği" adlı eserini yayımladı. 1947'de Plautus'un "Buğday Kurdu" adlı eserini ve Terentius'un "Hortlak" adlı eserini Türkçe'ye kazandırdı. 1949'da Türk Dil Kurumu'na (TDK) üye oldu. 1951 yılında cumhurbaşkanlığı çevirmenliğine atandı. Aynı yıl Andersen'den "Masallar"'ı çevirdi. Yine 1951'de TDK yönetim kurulu üyeliğine seçildi ve yayın kurulu başkanı oldu. 1952'de emekliye ayrıldı. Emekliliğinden sonra çevirilerine ve eleştiri yazılarına devam etti.
1952'de "Sözden Söze" ve "Karalama Defteri" adlı eserlerini verdi. 1953'te Simenon'un "Kiralık Oda" adlı eserini çevirdi. 1955 yılında eşi Leman Ataç öldü. 1957 yılında "Günlerin Getirdiği" ve "Söz Arasında" adlı eserlerini verdi. 1957 yılında Numune Hastanesi'nde üremiden öldü. 1958 yılında "Okuruma Mektuplar" adlı kitabı yakın çevresi tarafından bastırıldı. (Burada adı geçen eserler Ataç'ın önde gelen yapıtlarıdır. Bütün çalışmalarına yer verilmemiştir)
1958 yılında kızı Meral Tolluoğlu tarafından yılın en iyi eleştiri-deneme yazılarına ödül vermek üzere "Ataç Armağanı" düzenlendi. 1959 yılında Mehmet Fuat'a 1960 yılında Sabahattin Eyüboğlu'na verildikten sonra kaldırıldı.
1962 yılında yaşamını adadığı TDK onun anısına "Ataç" adlı bir derleme yayımladı. 1967'de ölümünün onuncu yıl dönümünde TDK onu özel bir törenle andı. Ataç bazı yazılarında takma isim kullandı. 200 yılında Yapı Kredi Yayınları "Bütün Yapıtları" yayımladı.
Yusuf Ziya Bahadınlı:
Yusuf Ziya, 75 yıldır aramızda olan, Cumhuriyet tarihimizin neredeyse bütün dönemlerini; ağzından dinleyip, kaleminden okuyabileceğimiz canlı bir şahittir. Onun bu samimiyeti eserlerine de yansımıştır; insandan ve yaşamdan uzak, sürreal anlatımları kullanmaz. Ziya'nın 'yazın'ı, bir amaçtan ziyade araç olarak gördüğünü söyleyebiliriz. O, toplumcu gerçekçi yazarlarımız arasında yer alır.
1927 yılında Yozgat'ın bir köyünde doğmuş;hayatıyla ilgili belirtmeden geçemeyeceğimiz anekdotlar var; çünkü bunların yazarımızın insana, topluma bakışındaki etkenlerin temel basamakları: Çocukluk dönemi oldukça sıkıntılı geçmiş, babası köyün en varlıklı insanı olmasına karşın 12 yaşına kadar yalınayak gezip mal gütmüş, koyun gütmüş, çift sürmüş...
Köyünün aşağılanmasına bir nevi de tepki olarak Çalışkan olan soyadını mahkeme kararıyla köyünün adıyla değiştirmiş. Hayatının dönemeçlerinden birini; pek çok köy çocuğu gibi, oralarda yaşadığı bütün zorluklara rağmen, köy enstitüleri oluşturur. 1965'te TİP'ten milletvekili seçilmiştir. Toplumcu bir yazar olduğu kadar toplumcu bir aydındır. Öğretmenlik, THY'de memurluk, pazarcılık, bakkallık, yayıncılık geçmişte yaptığı işleri arasındadır. Şu anda da TKP üyesidir.
Bu öykü kitabına da hakim olan toplumcu yönüdür; o halktan, gerçeklikten, "insandan" bağlarını koparmaz. Kendinin yakından tanık olduğu köy insanının sorunlarını dile getirir, bunları objektif olarak değerlendirir, nitekim bu kültürün aksak taraflarını yazmaktan kaçınmaz.
Burada sanat anlayışıyla ilgili bir alıntı yapmadan geçmemeliyiz: "Halkın yaşamı, bir devrimci yazar için tükenmez bir kaynaktır, yazar, tüm halk sınıflarını yakından tanımalıdır. Yaşantılarına girmeli; onları anlayabilmeli, onlar gibi duyabilmelidir. Onların öfkelerine katılmalı, onların dostlarını dost bellemeli ve de bunu duyarak, içten yapmalıdır.
(...) Bir sanatçı her zaman, her dönemde yurt ve dünya sorunlarıyla ilgilenmek zorundadır. Bu sorunlara çözüm yolu bulduğumuz, gösterdiğimiz ölçüde önem kazanırız. Yurtta ve dünyada olan her olay insanla, insanın bugünüyle, geleceğiyle ilgilidir. 'Ben sanatçıyım, bu işlerle uzmanları uğraşsın' sözü bir kaçıştır."
Onun yazarlığını anlamak için bu alıntı bile yeterlidir. Bunun yanında 12 eylül döneminde Almanya'da 12 yılı sürgünde geçmiştir, bunun çevresiyle böyle ilintili bir yazarın edebiyatını etkilememesi düşünülemez." İki Dünya Arasında" adlı öykü kitabına hakim olan tema da 'ekmek kapısı-ülkesi' Almanya'nın köy insanı üzerindeki etkisidir. İlk öykü Hatçe Büyüdü Hatiş Oldu'dur.Bu uzun öyküde Almanya'dan köyüne tatil yapmaya gelmiş Haydar ve ailesinin trajedisi anlatılır.
Bahadınlı'nın duru, akıcı, canlı üslubunu kullandığı kitaptaki diğer uzun öyküsü ise "Peri Kızı" dır. Burada büyük oğlunu ve kızını Almanya'ya yollayıp, köyden uzakta bir tepede yaşamaya başlayan ve tek umutları Almanya'ya giden iki çocuğu olan bir ailenin dramı (önceki öyküyle benzerlik gösterir dramatik yönüyle) anlatılır.
Bahadınlı, Almanya sürgününde gördüklerini,insanımızın yaşadığı hayal kırıklıklarının öyküsünü anlatmıştır bize. Şöyle ki, her iki öyküde de farklı yollardan anlatılan umudun yok olduğu teması işlenir. Onların öyküleri gerçekten kopup gelmiştir. Bu, bir yığının arasından sadece birkaç insanın hikayesi öyküleştirilmesidir. Sonunda ise aklını yitiren iki kahraman kalır geriye: Hatiş ve Battal.
Cemal Süreya:
1931 yılında Erzincan’da doğdu. Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi (1954), Maliye Bakanlığı'nda müfettiş muavini ve müfettiş olarak çalıştı. 1965’te istifa ettiyse de 1972’de Ankara’da yine aynı işe döndü. Bir ara İstanbul’da, Darphane Müdürlüğü yaptı.
İlk şiiri, Mülkiye Dergisi'nde (Ankara, 8 Ocak 1953) çıkan Cemal Süreya, buluşları ve söyleyiş biçimiyle, İkinci Yeni Şiiri'nin karanlığını giderdi; gelenekten yenilik yarattı; zarif, parıltılı şiirler yazdı. Kendi adıyla ya da Osman Mazlum imzasıyla, şiir üzerine yazıları, eleştirileri de aranan yazılar oldu.
Aylık Papirüs Dergisi'ni üç kez çıkardı. Nisan 1977’de, Ankara’da çıkmaya başlamış aylık edebiyat dergisi Türkiye Yazıları’nın yönetmeniydi ama 3. sayıda dergiyle ilişkisini kesti.
İlk kitabını (Üvercinka) 1958’de, ikinci kitabını (Göçebe) 1965’te, üçüncü kitabını (Beni Öp Sonra Doğur Beni) 1979’da yayımlandı. Bunları, Güz Bittiği (1988) ve Sıcak Nal (1988) adlı şiir kitapları izledi.
İlk üç kitabındaki şiirleri, yeni ilâvelerle 1984’te yeniden yayımlandı: Sevda Sözleri (Toplu Şiirler, Uçurumla Açan adlı yeni bölümle). Şapkam Dolu Çiçekle (1976), Günübirlik (1982) bir takım denemeleri toplayan eserleridir.
Üvercinka ile Yeditepe Şiir Armağanı’nı, Göçebe ile Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü’nü, son iki kitabıyla da Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü kazandı.
On Üç Günün Mektupları (1990), 99 Yüz (İzdüşümler-Söz Senaryoları, 1990), Folklor Şiire Düşman (1992), Uzat Saçlarını Frigya (1992), dergi ve gazete yazıları Paçal (1992), ‘Oluşum’ da Cemal Süreya (1992), Papirüs’ten Başyazılar (1992) eserlerinden bazılarıdır. Çocuklar için yazdığı yazıları ise "Aritmetik", "İyi Kuşlar", "Pekiyi" (1993) adlarıyla yayımlandı ve adına bir şiir ödülü düzenlendi.
Daniel Defoe:
(1660-1731) İngiliz romancı ve gazeteci. Robinson Crusoe adlı eseriyle tanınır. Din eğitimi gördü. Yayınladığı broşürlerinden dolayı 2 yıl hapis yattı. Robinson Crusoe'yu 60 yaş dolaylarında yazdı. Defoe'ya büyük ün kazandıran bu eserde, Robinson Crusoe'nun, bindiği gemi batınca ıssız bir adaya çıkarak orada 28 yıl tek başına yaşama mücadelesi verişini ve kendisine güvenen kişinin her güçlüğü yeneceğini anlatır. Eser birçok defa Türkçe'ye de çevrilmiştir
Paul Eduard:
(1895-1952) Fransız şair. Gençliğinde yakalandığı bir hastalık yüzünden öğrenimini tamamlayamadı. 1.Dünya Savaşı'na katıldı. Savaştan sonra Jean Paulhan, Andre Breton, Louis Aragon ve Philippe Soupault ile tanıştı, Dadacılığın belli başlı temsilcileri arasına girdi.
Uzak Doğu'da yaptığı geziden dönünce yayımladığı şiir kitaplarıyla sürrealistlerin, en ince şairi olarak tanındı. İspanyol iç savaşı'ndan sonra sürrealizimden uzaklaştı. Ülkesinin işgal edilmesi üzerine 1942'de Fransız direniş hareketine katıldı ve Louis Aragon'la birlikte, Fransız Komünist Partisi'ne girdi. Şiirleri Türkçe'ye de çevrilmiştir.
Euripides:
(MÖ.480-MÖ.406) Eski yunan trajedi yazarı. Edebiyatın yanısıra, felsefeyle de ilgilendi. Tiyatro sanatına gerek konu gerekse dekor ve sahne düzeni bakımından yenilikler getirdi, kadın rollerine önem verdi ve askı işledi. 92 eserinden zamanımıza 17'si ulaştı. Türkçe'ye çevrilen başlıca eserleri: Alkestis, Helene, Herakles, İphigenia Auslis'te, Bakkhalar.
Evliya Çelebi:
Asıl adı Derviş Mehmed Zillî olan Evliya Çelebi'dir 1611 yılında İstanbul Unkapanı'nda doğdu. Babası Derviş Mehmed Zillî, sarayda kuyumcubaşıydı. Evliya Çelebi'nin ailesi Kütahya'dan gelip İstanbul'un Unkapanı yöresine yerleşmişti. İlköğrenimini özel olarak gördükten sonra bir süre medresede okudu, babasından tezhip, hat ve nakış öğrendi. Musiki ile ilgilendi. Kuran'ı ezberleyerek "hafız" oldu. Enderuna alındı, dayısı Melek Ahmed Paşa'nın aracılığıyla Sultan IV. Murad'ın hizmetine girdi.
Evliya Çelebi Seyahatname’nin girişinde seyahate duyduğu ilgiyi anlatırken bir gece rüyasında Sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed'i gördüğünü, ondan "şefaat ya Resulallah" diyerek şefaat isteyecek yerde, şaşırıp "seyahat ya Resulallah" dediğini, bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz'in ona gönlünün uyarınca gezme, uzak ülkeleri görme imkanı verdiğini yazar.
Evliya Çelebi bu rüya üzerine 1635'te, önce İstanbul'u dolaşmaya, gördüklerini, duyduklarını yazmaya başladı. 1640’larda Bursa, İzmit ve Trabzon’u gezdi, 1645'te Kırım'a Bahadır Giray'ın yanına gitti. Yakınlık kurduğu kimi devlet büyükleriyle uzak yolculuklara çıktı, savaşlara, mektup götürüp getirme göreviyle, ulak olarak katıldı.
1645'te Yanya'nın alınmasıyla sonuçlanan savaşta, Yusuf Paşa'nın yanında görevli bulundu.1646'da Erzurum Beylerbeyi Defterdarzade Mehmed Paşa'nın muhasibi oldu. Doğu illerini, Azerbaycan'ın, Gürcistan'ın kimi bölgelerini gezdi. Bir ara Revan Hanı'na mektup götürüp getirmekle görevlendirildi, bu sebeple Gümüşhane, Tortum yörelerini dolaştı. 1648'te İstanbul'a dönerek Mustafa Paşa ile Şam'a gitti, üç yıl bölgeyi gezdi. 1651'den sonra Rumeli'yi dolaşmaya başladı, bir süre Sofya'da bulundu. 1667-1670 arasında Avusturya, Arnavutluk, Teselya, Kandiye, Gümülcine, Selanik yörelerini gezdi.
Seyahatname
Evliya Çelebi 50 yılı kapsayan bir zaman dilimi içinde gezdiği yerlerde toplumların yaşama düzenini ve özelliklerini yansıtan gözlemler yapmıştır. Bu geziler yalnız gözlemlere dayalı aktarmaları, anlatıları içermez, araştırıcılar için önemli inceleme ve yorumlara da olanak sağlar. Seyahatname'nin içerdiği konular, belli bir çalışma alanını değil, insanla ilgili olan her şeyi kapsar. Üslup bakımından ele alındığında, Evliya Çelebi'nin, o dönemdeki Osmanlı toplumunda, özellikle divan edebiyatında yaygın olan düzyazıya bağlı kalmadığı görülür.
Divan edebiyatında düzyazı ayrı bir marifet ürünü sayılır, ağdalı bir biçimle ortaya konurdu. Evliya Çelebi, bir yazar olarak, bu geleneğe uymadı, daha çok günlük konuşma diline yakın, kolay söylenip yazılan bir dil benimsedi. Bu dil akıcıdır, sürükleyicidir, yer yer eğlenceli ve alaycıdır. Evliya Çelebi gezdiği yerlerde gördüklerini, duyduklarını yalnız aktarmakla kalmamış, onlara kendi yorumlarını, düşüncelerini de katarak gezi yazısına yeni bir içerik kazandırmıştır. Burada yazarın anlatım bakımından gösterdiği başarı uyguladığı yazma yönteminden kaynaklanır. Anlatım belli bir zaman süresiyle sınırlanmaz, geçmişle gelecek, şimdiki zamanla geçmiş iç içedir. Bu özellik anlatılan hikayelerden, söylencelerden dolayı yazarın zamanla istediği gibi oynaması sonucudur.
Evliya Çelebi belli bir süre içinde, özdeş zamanda geçen iki olayı, yerinde görmüş gibi anlatır, böylece zaman kavramını ortadan kaldırır. Seyahatname'de, yazarın gezdiği, gördüğü yerlerle ilgili izlenimler sergilenirken, başlı başına birer araştırma konusu olabilecek bilgiler, belgeler ortaya konur. Bunlar arasında öyküler, türküler, halk şiirleri, söylenceler, masal, mani, ağız ayrılıkları, halk oyunları, giyim-kuşam, düğün, eğlence, inançlar, komşuluk bağlantıları, toplumsal davranışlar, sanat ve zanaat varlıkları önemli bir yer tutar.
Evliya Çelebi insanlara ilgili bilgiler yanında, yörenin evlerinden, cami, mescid, çeşme, han, saray, konak, hamam, kilise, manastır, kule, kale, sur, yol, havra gibi değişik yapılarından da söz eder. Bunların yapılış yıllarını, onarımlarını, yapanı, yaptıranı, onaranı anlatır. Yapının çevresinden, çevrenin havasından, suyundan sözeder. Böylece konuya bir canlılık getirerek çevreyle bütünlük kazandırır. Seyahatname'nin bir özelliği de değişik yöre insanlarının yaşama biçimlerine, davranışlarına, tarımla ilgili çalışmalarından, süs takılarına, çalgılarına dek ayrıntılarıyla geniş yer vermesidir. Eserin bazı bölümlerinde, gezilen bölgenin yönetiminden, eski ailelerinden, ileri gelen kişilerinden, şairlerinden, oyuncularından, çeşitli kademelerdeki görevlilerinden ayrıntılı biçimde söz edilir. Evliya Çelebi'nin eseri dil bakımından da önemlidir.
Yazar, gezdiği yerlerde geçen olayları, onlarla ilgili gözlemlerini aktarırken orada kullanılan kelimelerden de örnekler verir. Bu örnekler, dil araştırmalarında, kelimelerin kullanım ve yayılma alanını belirleme bakımından yararlı olmuştur. Evliya Çelebi'nin Seyahatname'si çok ün kazanmasına rağmen, ilmi bakımdan, geniş bir inceleme ve çalışma konusu yapılmamıştır.1682'de Mısır'dan dönerken yolda ya da İstanbul'da öldüğü sanılmaktadır.